Bağışlarınız İçin Hesap Numaramız DOHAD - İs Bankası Gayrettepe Şubesi - 529030

On yedi ağustos iki bin bir
"Yüzyılın felaketi" diye nitelenen depremin üzerinden iki yıl geçti. Ama özellikle Adapazarı ve Gölcük'te hiç de iki yıl geçmiş gibi görünmüyor. Enkaz kaldırıldı. Ama şehirler şehir gibi değil. Toplumca yeni bir başlangıç, bir silkiniş fırsatı olarak görülmüştür bu büyük trajedi. Ama uğursuz bir kanıksamanın timsali olarak duruyor önümüzde.
Yazı: Mustafa Alp Dağıstanlı
Fotoğraflar: Şebnem Eraş
 
 
 
 

"17 Ağustos 2001 Berker Dışpınar ve Seçkin Çelebi için, yani depremin tüm çocukları için"

Gölcük'te kimse belediyenin yerini bilmiyor. Herkes başka bir yere gönderiyor arayanı. Kaymakamlığın prefabrike ofislerine gidip soruyoruz; ne de olsa bir devlet kurumu, bilirler diye. Evet, bir yer tarif ediyorlar ama orada yok belediye. Gençten birine soruyoruz, Murat Saral'a. "Hayır abi orada değil, taşındı oradan" diyor, "gelin ben sizi götüreyim".

-`Tarif et, biz gideriz' diyorum.

- `Ben de zaten bir dolaşacaktım. Birkaç arkadaşa uğrayıp çay içeceğim' diye ısrar ediyor.

Yürüyoruz. `Aaa! Yok. Taşınmış buradan.' Tanıdıklarına soruyor. Adresi alıyor. Yine yürümeye koyuluyoruz beraberce. Yolda laflıyoruz.
 

 
 
 

Gölcük Çarşısı'nda dükkânı varmış. Deprem gecesi de yine çarşıda üst kattaki bir birahanede içiyorlarmış. Kalmış. Çıkardıklarında her tarafı kırık içindeymiş. `Bacaklarımda, kollarımda bir sürü platin var. Onun için `Pinokyo' diyorlar bana' diye anlatıyor. Şen şakrak biri; bilgisayar oyunları, DVD, CD satan bir dükkânı var.

Gölcük Çarşısı'nın yerinde yeller esiyor şimdi. Moloz kaldırılmış ve moloz kaldırılınca ne kadar olursa o kadar düz bir alan ortaya çıkmış. Etrafı tel örgülerle çevrilmiş. Bir yanından öbür yanına geçilebilen iki küçük aralık var. Çarşı, depremle birlikte Gölcük'ün batan ekonomisinin timsali gibi moloz düzlüğü olarak öylece duruyor.

Gölcük'ün en eski kitapçısı Dünya Kitabevi, bu alanın arkasındaki sokakta bir `konteyner'da hizmete devam ediyor. Kitabevinin sahibi Osman Nuri ve Neclâ Özkan, `Çocuklar üniversiteyi bitirip iş buldu, deprem oldu. Tek şansımız bu' diye anlatıyor. Osman Nuri Özkan, `Buradaki durumu, şartları çocuklara çok anlatmıyoruz. Ayda bir gelmelerini söylüyoruz; çok üzülmemeleri için' diyor. Özkan'ın anlattıkları durumu gayet iyi özetliyor: `Deprem olduğunda cebimde altı milyon lira vardı. Sağlam ve açık bulduğum bir büfeye gittim. Su ve sigara aldım. Bir milyon kaldı.' Sonra? Sonra kredi kartını kullanmışlar başka depremzedeler gibi. Tabii, ödeyememişler ve faiz binmiş, bindikçe binmiş. Bu da yetmezmiş gibi, devlet borç vermiş. Sonra 10 milyon borç 150 milyon olmuş. `On dokuz taksit demişlerdi ama faiz uyguladılar' diyor Özkan. `Yılların birikimi bir evimizi elden çıkardık...' Benzer durumlar yaşanmış hep. `Buranın en güzel yeri Yüzbaşılar'da bile 2 milyara, 5 milyara komple binalar satıldı.'

Adapazarı'nın tam merkezinde, 60'ında bir adam karşıya geçmek için bekleyen insanların önüne fırlıyor ve asabi adımlarla yolu geçiyor. Bir yandan da bekleyenlere bağırıyor: `Durmayın durmayın durmayııın! Bu adam çamurları sıçratır.' Sanki arabayı kullanan adamın huyunu suyunu gayet iyi biliyormuş gibi. Adam uzaklaşırken sürücü de arabasının içinde kendi kendine söyleniyor. Allah bilir ne diyor! Trafik ışıkları çalışmıyor Adapazarı'nda.

Aslında adamın bu bağırtısı gayet normal. Aynı, yazın sıcağında toz bulutu yeri göğü sarmışken arabaların çamur sıçratabilmesinin normal olması gibi. Adapazarı'ndan ta Gölcük'e kadar herkes ağız birliği etmişçesine aynı şeyi söylüyor: `Yağmur yağınca diz boyu çamur, yağmayınca bulut bulut toz.' Hele bir de rüzgâr varsa, arazözlerin sabahtan akşama yolları sulaması tozun yerde kalmasını mümkünü yok sağlayamıyor. Artık sizin saçınız başınız da toz kaynaklarından biri haline geliyor. Rüzgâr, önceki toz bulutlarının saçınıza yığdığı kum taneciklerini uçurup yenilerini yerleştiriyor.

 
 
 

Deprem artığı bölgelerde sadece bir gün bile geçirmek, karşıdan karşıya geçen adamın `Durmayın' diye galeyana gelmesini anlamaya yeter. Çünkü böyle bir sebep ortada yokken de insanlar sokak ortasında aniden nara atabiliyor. Toz bulutlarını oluşturup havalandıran rüzgârın kendini zaman zaman göstermesine mukabil, kimine kimi zaman nara attıran, kiminin yüzüne acı bir tebessüm nakşeden, kimini tebessümsüz bir acıyla kavuran, ama hemen hemen herkesi bugüne ve yarına dair umarsız endişelere sürükleyen o öbür rüzgâr, o ağır hava hiç eksik olmuyor.

Sabah saatlerinde, Adapazarı'nda bir kahvenin tek müşterisi olan Gürcan Şenok, `Çatlattı pek çok kimse, kafayı sıyırdı' diye tanımlıyor durumu. Şenok camcı; `Birçok camcı arkadaş cam takmaya ikinci katlara bile çıkmıyor' diyor. `Rüyalar görüyoruz. Bazen tam o anı. Kaç kere uyanmışımdır bu rüyalarla'

Arif Nogay'ın bir muhasebe bürosu var. Gölcük'teki Dünya Kitabevi'nde sohbet ediyoruz kendisiyle. Takım elbisesi içinde, sakin, yumuşak bir ses tonuyla tane tane konuşuyor. `Bakmayın sizle böyle normal, yumuşak konuşmamıza, bir şey olur, bir kelime geçer, bir an veya bir mesele gelir aklımıza ve kaybedebiliriz kendimizi, hırçınlaşabiliriz. Sokaktaki herkes en az bizim durumumuzda' diyor.

Genellikle bir sakinlik, yavaşlık, ağırkanlılık hâkim sokaklara ve insanlara. Sanki arabalar da hızlı gitmiyormuş gibi. Bu, şartlanmayla beraber giden algılama bozukluğu olabilir. Gel gelelim, herkesin kabul ettiği, nesnel bir gerçeklik olan yavaşlıklar da var. Başta depremle yıkılmış şehirlerin yeniden yapılmasındaki yavaşlık, insanların gittikçe `normalleşen' bir hayata geçişindeki yavaşlık'

Adapazarı Valiliği'nin prefabrike ofislerinde mesai saati bitmiş, bazı görevliler yavaş yavaş çıkmakta. Ama içeride faaliyet sürüyor. Faaliyetin ana konusu, deprem sonrası çalışmalarla ilgili hazırlanmakta olan bir CD. Vali Yardımcısı Ahmet Zateroğlu heyecanla uğraşıyor. Yeni oluşturulan bilgiişlem biriminin büyük odasındayız. Duvarlarda ilin üçboyutlu haritaları. Valilik pek yakında tamamen dijital sisteme geçmeye hazır olacak. Şehrin her yanı ve her sorunu her an bilgisayar ekranından izlenebilecek. Bir evde yangın mı çıktı, anında bilinecek hangi ev olduğuÉ

Vali, yapıcı eleştirilerle CD'yi izliyor ve son provanın kendisine gösterilip çok kısa bir sürede İl Özel Meclisi'nin önüne çıkarılacak hale getirilmesini istiyor. Hem yapılan işler, hem de bu işler için harcanan para bakımından CD'deki rakamlar etkileyici. Mesela su ve kanalizasyonu ele alalım. `Şehrin su ve kanalizasyon altyapısı yüzde 80-85 oranında tahrip olmuş.' Depremden sonraki bir buçuk yıl içinde `içme suyunda yüzde 84, kanalizasyonda yüzde 63 fiziki gerçekleşme sağlanmıştır. Her iki işin toplam bedeli 1999 birim fiyatlarıyla yaklaşık 60 trilyon liradır'.
 

 
 
 

Dışarıda ise bu rakamların hiçbir izi bile görünmüyor. Rüzgârın kaldırıp savurduğu trilyonlarca toz zerreciği gibi. Adapazarı ve Gölcük'te insanların bu paraların kendi şehirleri için harcanmış olduğuna inanması imkânsız. Zaten söylüyorlar da bunu. Aslında bu konu gazetelere de yansımıştı; depremzedeler, toplanan 8 katrilyon liranın sadece 2 katrilyon lirasının deprem bölgesi için kullanıldığını söyleyip kalan paranın nereye gittiğini soruyorlardı.

Adapazarı'nda prefabrike doktor ofislerinde bir odası olan Doktor Ata Saydam'ın ikram ettiği çayları içiyoruz. Herhangi bir kahvede de içebilirsiniz çay, ama buradaki çay biraz daha değerli. `Suyumuzu dışarıdan getiriyoruz, şehir suyunu asla içmiyoruz; yiyeceğimizi de evden getiriyoruz, şehirde bir şey yemiyoruz' diyor Saydam. Sokaktaki herkesin söylediği şeyi Doktor Saydam da söylüyor: `Yağmur yağınca diz boyu çamur, yağmayınca toz.' Doktor gözünden bakınca durum daha da vahim: `Bu şartlarda salgın hastalıklar baş gösterebilir tabii. Şikâyetlerin çoğu altyapı eksikliğinden kaynaklanan hastalıklar.'

Uzun lafın kısası, doktoru da, gazetecisi de, kahvecisi de, camcısı da aynı fikirde: `Bu şehre hiçbir şey yapılmadı. Yapıldı diyen varsa alnını karışlarım.' Valiliğin ve belediyenin dediği gibi yapıldıysa bile görünmüyor, belediyenin yaptırmakta olduğu Deprem Anıtı hariç. Adapazarlılar, bu anıtın kendileriyle alay etmek olduğunu söylüyor. Yapılacak bunca iş varken, bunların hiçbirini yapmayan belediyenin dünya kadar beton ve para harcayıp depremde yan yatmış süsü verilmiş bir bina yapmasını anlayamıyor insanlar. Bizim gibi, Adapazarlılar da pek şüpheli ya, bitince güzel bir şeye benzeyecek olsa bile, `Ne gerek vardı! Yıkılmış bina mı yoktu burada? Çevir birini veya birkaçını, hem anıt, hem anı, hem açık hava müzesi olarak düzenle' diyorlar.

Enkaz kaldırma çalışmaları bitti bu şehirlerde tabii, ama yine de bu özellikte, yani anıt olabilecek binalar var şehir merkezinde. Ama onlar hafif hasarlı kabul edilmiş ya da ettirilmiş ve yıkılmamakla kalmayacak, içinde oturulacak. Mesela, Çark Caddesi'nin hemen başlarında, şu anda kullanılamayan Belediye binasının arkasındaki sokakta bulunan beş katlı bina gibi.

Türkiye'nin en iyi statikçilerinden İnşaat Mühendisi Ergün Tunalıgil, `Bitmiş bu bina', diyor, `hiçbir şey yapılamaz'. Yıkılmayacağına inanamıyor. Ya da valiliğin tam karşısında, sağa yattığı bariz olan dört katlı bina. O da yıkılmayacak. El insaf! Ergün Tunalıgil, `Depreme gerek yok, buna maili indiham (düşeyden sapma) denir ve normal zamanda da yüzde 10'u geçerse belediye tarafından hemen yıkılır; yıkılması gerekir. Yasa böyle söylüyor' diyor.

Örnekler çoğaltılabilir. Gölcük'te de benzer durumlara sıkça rastlanıyor. Prefabrike Dünya Kitabevi'nin arkasındaki sokakta bulunan altı katlı bina, kolon yerine konmuş kütüklerle yerinde şimdilik durabiliyor. Bu bina için yıkım kararı vermişler. Ama hâkimlikten rüşvet yüzünden atılmış birinin iki dairesi varmış ve mahkemeye gitmiş. Dört kere yıkım kararı vermiş mahkeme. Bu kişi de her seferinde itiraz etmiş ve sonunda eski hâkim kazanmış. `Devlette bağlantısı, girdisi çıktısı olan işini hallediyor' değişmez gerçeğinin kendini bir kere daha gösterdiğini düşünüyor herkes. İşin komik tarafı, bu binanın yan tarafındaki arsa Vakıflar Bankası'na aitmiş, ama kütüklerle berkitilmiş bu yapı üzerine yıkılır diye kendi binasını yapmaktan kaçınıyormuş. Tunalıgil, bu binanın da derhal yıkılması gerektiğini söylüyor.
 

 
 
 

Daha neler var! Balkona yapılan kolonlar, kirişlere hiç dokunulmadan, sıvaları bile açılmadan gerçekleştirilen güçlendirmelerÉ İçi dışı boyanıp cicili bicili hale getirilmiş binalarda ne yapıldığını anlamak zor, ama çoğu herkesin gözünün önünde. Ergün Tunalıgil, bu binaların 4. derece hasarlı, yani kısmi yıkıma uğramış yapılar olduğunu söylüyor. Yani bir sonraki ve son aşama, tam yıkıntı. Ayrıca, güçlendirme için önce hesap ve proje yapılması gerektiğini, istisnai durumlar hariç, kolon yapmakla işin geçiştirilemeyeceğini söylüyor Tunalıgil. `Mutlaka perde duvarlar yapılmalı' diyor.

İşte bu binaların da katkısıyla belki, enkaz kaldırılmış olmasına rağmen hâlâ bir yıkıntı, döküntü halinde özellikle bu iki şehir. Bir inşa faaliyeti de göze batmıyor doğrusu. Herkes bu şehri terk etse mesela, o kadar yadırgatıcı olmayacak görüntü. Fakat insanlar var; faaliyet içindeler, sanki mamur bir kentteymişler gibi.

Bu `mamur' kentlerin deprem artığı binalarında kim oturur ki? Gölcük'te, Bizim Köşe emlak bürosunun ortaklarından Aziz Torun `Buranın yerlisi oturmaz, oturmuyor' diye cevaplıyor. `Oturulabilecek durumda olanlarda bile oturmuyorlar'.

`Bak', diyor, az önce konuştuğu birini göstererek, `bu arkadaşın bir 5. kat dairesi var; sağlam. Ama oturmuyor. Gerçekten sağlam. Arsa arıyor'.

Bu sefer o kişiye soruyorum sebebini. `Oturmam abi' diyor, `yaşadım o depremi bir kereÉ Arsaya tek katlı bir ev yapacağım ve beton da olmayacak'.

Emlak bürosu kalabalık; laflamak için uğrayanlar, kiralık veya satılık ev arayanlar, arsa derdinde olanlar, adres sormaya gelip konuşmaları duyunca takılıp kalanlarÉ Bizim Köşe'nin öbür ortağı Rıza Akdoğan Rizeli ve şive o biçim. `Yerden kafaya kadar yedi tane perde beton koyduk' diye anlatıyor kendi apartmanlarını. Hiç hasar yokmuş, ama orta hasarlı raporu alıp yapmışlar.
 

 
 
 

Astsubay emeklisi Ömer Demir de kendi binalarını sağlamlaştıranlardan. `Sorun yok' diyor kendinden emin bir ifadeyle. `İki milyar vermişlerdi onarım parası; şimdi KDV'sini istiyorlar 340 milyon lira' diye şikâyet ediyor. Aslında, bu yardım paraları deprem bölgesinin tamamında en önemli sızlanma konularından.

Yarım saattir patlayacakmış gibi duran ama sessizliğini koruyan Hafize Dalar sonunda patlıyor. Heyecanla ve hiddetle konuşuyor. Ankara'daki politikacıdan belediye başkanına, validen vatandaşa kadar herkese payını veriyor. Bebeler aç dururken bebek mamalarına saldıran yetişkinlerden, soyulan evlerden, toplumun büyük bir kısmını saran çapulculuktan bahsediyor. `Süleyman Solak zamanında (1984'e kadarki belediye başkanı) yapılanlara bir şey olmadı' diyor. `Ben 1976'da geldim. Şimdi ayakta olan binalar o zaman gördüğüm binalar.'

Aslen Arhavili bir Laz olan ve 40 yıldır Gölcük'te yaşayan Aziz Torun da doğruluyor hırsızlık olaylarını. Kamyonu dayayıp `Taşınıyoruz' deyip başkasının evini soyanlar olmuş. Ve birinde de soyguncular, `Ne yapıyorsunuz' diye soran ev sahibine aynı `Taşınıyoruz abi' cevabını vermiş. Neyse, yüklemişler evi. Ev sahibi de polise haber vermiş. Soyguncular içeri. Ev sahibi de zaten taşınmak istediği için yüklü kamyonu yeni evine göndermiş.

Hayatın çirkin yüzü, tabii ki depremle başlamamıştı ama deprem görünmeyenleri de görünür kıldı. Depremin yıktığı şehirlerde açlık vardı tabii, ama açlık Türkiye'nin başka yerlerinde daha önce de vardı. Aziz Torun anlatıyor: `Doğulular akrabalarını çağırdı: `Gelin, her şey bedava!''

Açlık sadece mide ile ilgili değildir ya, Pinokyo Murat, belediyeyi arama uğraşımızda bize mihmandarlık yaparken bir ara hiddetle ve küfürler savurarak söyleniyor: `Sanki biz bakamıyoruz kızlara, laf atamıyoruz. Ulan sen kim oluyorsun da'

Deprem sonrası enkaz kaldırma ve inşa faaliyetleri için doğudan çok fazla amele gelmiş Gölcük'e ve öbür deprem bölgelerine. Bu durumun yarattığı gerilimler var. Yani bir yandan depremin `yaraları sarılmaya' çalışılırken, bir yandan da eski ve köklü yaralar sızlamaya, kendini göstermeye başlıyor.

Türkiye'de yaraların (sorunların, krizlerin) tedavi edilmediğinin, sadece eskitildiğinin en iyi örneklerinden biridir deprem sonrasındaki durum.

Adapazarı örneğinden gidelim. Şehrin 14 kilometre kuzeybatısına yeni bir kent kuruluyor. Neredeyse tamamlanmış durumda. Valilik ve Belediye binaları da oraya taşınacak. Ama eski şehir de yine yerinde duracak, tamamen boşaltılmayacak. Sivil toplum kuruluşlarının 9 Ağustos 2000 tarihli ortak basın toplantısından birkaç satırla devam edelim: `Adapazarı Büyükşehir Belediye Meclisi tarafından onaylanmış ve askıya çıkarılmış olan 1/1000 ölçekli Adapazarı Merkez İlçe Uygulama İmar Planı mevcut yerleşimi olduğu gibi korumakta, parsel bazında jeoteknik etüd yapılmaksızın tüm imar planı sahasını yapılaşmaya açmakta ve kentin büyük bölümünde 0.333/0.90 emsal ile 3 kat yapılaşma izni vermektedir. Mevzuata aykırı olarak askı süresi içinde incelemeye açılmamış olan Plan Notları'nda'

Yine plan program eksik, yine güzel şehirler yaratamayacağız, yine insanların yaşadıkları şehri yaratma sürecine katılmalarını sağlayamayacağız, yine, yine, yine... Yıkılan şehirleri yeniden yapma işlerini daha önce yaptıkları binalar, tatil köyleri yıkılan `sabıkalı' şirketlerin müteahhitlerin alması gösteriyor bunu. Bu gazetelere yansıdı zaten. Ama bu ülkede her şey medyaya yansıyanlardan ibaret olsaydı, 17 Ağustos depreminde yaşanan katliam da yaşanmazdı. Depremzedelere kulak verecek olursak, `yüzyılın felaketi' diye nitelenen trajedinin (artık öğrendiğimiz gibi, felaket deprem değildir, felaket insanları depremin şiddetine maruz bırakmaktır) sorumlularının sorumlu tutulma noktasından miktarları neredeyse `'fix' hale gelmiş rüşvetlerle sıyrıldıklarını da duyarız.

Kurşunun değdiği yere yara bantı yapıştırır gibi, çökmeye ramak kalmış binaları canlı renklere boyamak gibi... Tedavi etmeye, çözmeye, iyileştirmeye gerek yok; unutabiliyorsak unutalım, alışabiliyorsak alışalım, yokmuş gibi yapabiliyorsak yokmuş gibi yapalım.

Unutmayı ve yok saymayı `tevarüs edilmemiş asalet'ine yakıştıramayan 68 yaşındaki Hulusi Yılmaz, Gölcük'ün en eskisi Ziynet Kuyumculuk'un sahibi. Şimdi `Moloz Düzü' olan Gölcük Çarşısı'na bakan aynı dükkânda köfte ve döner satıyor. `40-50 milyar lira alacağım vardı ama borcum da vardı' demekle yetiniyor. Ötesini anlıyorum. Alacaklar helal olsun; kimden nasıl istesin! Hırsızlık, dolandırıcılık da girmiş işin içine ve... Borç? `Şeref, haysiyet için, başım dik yürümek için yapıyorum bunu.' Kuyumculuk işi Amasya'da devam ediyormuş bir yandan. `Köfte yiyen simit yemeye başladı Gölcük'te' diye anlatıyor. `Ben kuyumculuğu da en üst düzeyde yaptım, bu işi de öyle yapıyorum. Böyle bir döner ve köfte yiyemezsin başka yerde. İzmit'ten benim dönerimi yemeye geliyorlar. Bu bir iftihar vesilesi benim için.'

Deprem bölgesi ise Türkiye toplumu için ve tek tek her birimiz için asla iftihar vesilesi değil

Sayı 101 / AĞUSTOS 2001
 

 

sismikhaber.org , Doğa Hareketleri Araştırma Derneği sitesidir. www.dohad.org
Gönüllü olmak ister misiniz?